ÇOCUKLARDA HİKAYELER
9 Mayıs 2014 Cuma
8 Mayıs 2014 Perşembe
UYUMAK İSTEMEYEN ZÜRAFA
Evet sevgili çocuklar son olarak ta hikayemizin adı UYUMAK İSTEMEYEN ZÜRAFA. Resimleri ile de çok hoş olan severek dinleyeceğimiz bir hikaye olduğunu düşünüyorum. Umarım beğenirsiniz:)
Bir
varmış bir yokmuş. Bir zürafa varmış. Boyu o kadar uzun, o kadar uzunmuş ki,
karnı acıktığı zaman ağaçların en yüksek dallarındaki yaprakları rahatlıkla
yiyebiliyormuş.
Bir
gün yine karnı acıkmış. Önüne ilk çıkan ağacın yapraklarını şapur şupur yemeye
başlamış... Ama birden, incecik kızgın bir ses duymuş.
"Heey,dur
bakalım canavar! Evimin bahçesini neden yoluyorsun?"
Zürafa
bakmış, minicik bir kuş.
"Ben
canavar değilim ki!" demiş kuşa."Yavru bir zürafayım. Hem sonra evinin
bahçesini yolduğumda yok. Yalnızca karnımı doyuruyorum."
"Ama
yediğin bütün yapraklar benim evimin bahçesi... Neredeyse yuvamı da kocaman
ağzına alıp yutacaktın," demiş kuş.

Zürafa
çok üzülmüş. "Burada yuvan olduğunu bilmiyordum. Öyleyse ben de başka bir
ağacın yapraklarını yerim."
Ama
ya başka ağaçta da, başka bir kuşun yuvası varsa?..
Kuş
ona yardım etmeyi önermiş. "İstersen ben önden uçup bakayım. Eğer
yaprakların arasında gizlenmiş bir yuva varsa sana haber veririm."

Böylece
kuş ve zürafa arkadaş olmuşlar. Kuş ona dallarında yuva olmayan ağaçların
yerini göstermiş zürafa bol bol yaprak yemiş, karnını doyurmuş. Eğer yediği
yaprakların üzerinde tırtıl varsa, o zaman zürafa kuşa haber veriyormuş. Kuş da
tırtılı yiyormuş. Çünkü kuşlar tırtıla ve solucana bayılırlarmış.
"Dikkat
etsene koca ayaklı canavar! Neredeyse üzerime basacaktın!"
Zürafa
eğilip sesin geldiği yöne bakmış. Birde ne görsün? Küçücük bir tavşan yavrusu!
Zürafanın gözü hep ağaçlarda olduğu için, yerdeki tavşanı görememiş. "Özür
dilerim tavşan kardeş" demiş. "Kuş kardeşle ağaçlarda karnımızı
doyuruyorduk, önüme bakmamışım."

Tavşan
meraklanmış. "Benim boyum çok kısa. Büyüyüp kocaman bir tavşan olduğum
zaman bile boyum bir ağacın boyuna ulaşamayacak. Oysa hep merak ederim, acaba dünya
ağaçların tepesinden nasıl görünür diye," demiş.
Zürafa,
"Bundan kolay ne var? Ben başımı eğeyim, sen tırmanıp boynuma tutun.
Böylece ağaçların tepesinden çevreyi seyredebilirsin," demiş.
Tavşan
çok sevinmiş ve hemen zürafanın boynuna tutunmuş. Bu işe kuş da çok sevinmiş.
İlk defa gökyüzüne tırmanan bir tavşan görüyormuş çünkü.

Böylece
zürafa, kuş ve tavşan arkadaş olmuşlar. Akşam olup güneş batana kadar
oynamışlar. Güneşin onlara el salladığını önce kuş görmüş.
"Akşam
oluyor, artık eve dönmeliyiz," demiş arkadaşlarına.
Zürafa
hemen atılmış. "Aman boşverin! Daha gece olama kadar çok zaman var. Ben
zaten uyumayı hiç sevmem. Bu gece uyumasak da hep oynasak ne olur sanki?"
Tavşan
bu fikirden çok hoşlanmış. "Evet evet, ben de uyumayı hiç sevmem. Bu gece
eve çok geç gidelim. Burada kalıp oyun oynayalım."

Yalnız
kuş telaşlanıyormuş eve gecikeceği için. Ama sonunda o da razı olmuş. Oyuna
dalmışlar.
Oynamışlar,
oynamışlar, o kadar çok oynamışlar ki, güneş gökyüzünde çoktan kaybolmuş, hava
iyice kararmış.
"Ama
benim çok uykum geldi," diye sızlanmış kuş. "Ben artık eve
gidiyorum!" Sonra PIRRR! diye kanatlanıp evine uçuvermiş.
"Ben
de uyumak istiyorum!" demiş tavşan. "Hoşçakal zürafa kardeş, yarın
görüşürüz." Sonra uzun arka bacaklarıyla o kadar hızlı koşmuş ki, bir anda
ortadan kaybolmuş.

Zürafa
hiç aldırmamış. O uyumak istemiyormuş. Oyun oynamak, uyumaktan daha güzelmiş.
Ama sağına bakmış, soluna bakmış, çevrede oyun oynayabileceği kimseyi
görememiş. Herkes çoktan uyumuş. Her yer karanlık olmuş. Ağaçlar, çiçekler,
taşlar bile görünmüyormuş.
Bir
süre sonra zürafanın canı sıkılmış. Uykusu da gelmiş. Ağzını kocaman kocaman
açıp esnemeye başlamış. Sıcacık yatağında olmayı istemiş, ama o ne bir kuş gibi
uçabilir, ne de tavşan gibi kızlı koşabilirmiş.
Uzun
boyu ile karanlıkta ağaçlara çarpmamak için çok yavaş yürümek zorundaymış.
Yürümüş... Yürümüş! Gitmiş... Gitmiş! Ama bir türlü evine ulaşamamış...
Zürafanın
o kadar uykusu gelmiş ki, hemen oracıkta ıslak otların üzerine uzanıvermiş.
Mışıl mışıl uyumuş.
Sabah
olunca, güneşin pırıl pırıl ışıklarıyla uyanmış. Uyanmış ama, bir türlü
yerinden kıpırdayamamış. Her yanı ağrıyormuş. Bütün gece soğukta uyuduğu için
üşütüp hasta olmuş.
O
günden sonra zürafa günlerce hasta yatmış. İyileşene kadar oyun oynamaya hiç
çıkamamış. Arkadaşları kuş ile tavşan neşe içinde oynarlarken, o, evinde
iyileşmeyi bekliyormuş.
Tabii
sonunda iyileşmiş ve arkadaşlarına katılmış. Ama artık havanın kararmaya
başladığını, güneşin onlara el salladığını önce zürafa görüyor, "Haydi
arkadaşlar, artık eve dönme saati geldi," diyormuş.
Hem
zürafa artık uyumayı çok seviyormuş. Yumuşacık ve sıcacık yatağını da çok
seviyormuş.
Uyumak
o kadar güzelmiş ki!

HİKAYEDEN ÇIKARDIĞIMIZ SONUÇ NE OLABİLİR?
*Her ne kadar zürafa uyumayı sevmese de böyle yaşaması onun için zor olmuştur. Bu yüzden yalnız kalmış ve hastalanmış. Ve de oda en sonunda uyumanın değerini anlamıştır.Yani her şey hayatta zamanında olmalıdır. Oyun zamanı oyun. Uyku vakti uyku...
ÇİZMELİ KEDİ
Sevgili çocuklar şimdiki hikayemiz hepimizin önceden de bildiği severek dinlediği bir hikaye. Tekrar hatırlamaya ne dersiniz? Hikayemiz kısaca şöyle:
Bir zamanlar, üç oğlu olan bir
değirmenci varmış. Değirmenci ölünce büyük oğluna değirmen, ortanca oğluna
eşek, küçük oğluna da kedi miras kalmış. Küçük oğlu bu duruma çok üzülmüş.
“Kedi
ne işine yarar ki insanın?” diye yakınmış. “Pişirip yiyemezsin bile.” Kedi bunu
duymuş ve hemen cevap vermiş. “Kötü bir mirasa sahip olmadığınızı göreceksiniz
efendim. Bana boş bir çuval ve bir çift de çizme verirseniz, neye yarayacağımı
görürsünüz.”
Şaşkınlıktan
ağzı bir karış açık kalan çocuk, kedinin istediklerini yapmış. Kedi çizmeleri
giyince ayna karşısına geçmiş ve kendini pek beğenmiş. Sonra kilerden taze bir
marulla güzel bir havuç seçip ormanın yolunu tutmuş. Ormanda çuvalın ağzını
açmış, marulla havucu çuvalın içine yerleştirip bir ağacın arkasına saklanmış.
Çok geçmeden taze sebzelerin kokusunu alan küçük bir tavşan çuvalın yanına
gelmiş, zıplayıp içine atlamış. Kedi saklandığı yerden çıkıp çuvalın ağzını
sıkı sıkı bağlamış.
Ancak
Çizmeli Kedi tavşanı efendisine götürmek yerine doğruca saraya gidip Kral’la
görüşmek istediğini söylemiş. Kral’ın huzuruna çıktığında yere eğilerek, “Yüce
Efendimiz, size Efendim Marki’den bir hediye getirdim,” demiş. Bu hediye
Kral’ın çok hoşuna gitmiş.
Üç
ay boyunca Çizmeli Kedi saraya o kadar çok hediye götürmüş ki, Kral artık onun
yolunu gözler olmuş. Derken Çizmeli Kedi’nin dört gözle beklediği gün nihayet
gelmiş çatmış. “Bana sakın neden diye sormayın ve bu sabah ırmağa gidip
yıkanın,” demiş sahibine. Çizmeli Kedi, o sabah Kral’ın Prenses’le, yani kızıyla
birlikte ırmağın kenarından geçeceğini biliyormuş.
O
sabah, Kral’ın faytonu ırmağın yakınından geçerken Çizmeli Kedi telaşla
yanlarına yaklaşmış. “Yardım edin! Yardım edin!” diye bağırmış. “Efendim Marki
boğuluyor!” Kral hemen bir alay askerini ırmağa yollamış.

Fakat
Çizmeli Kedi bununla da kalmamış. Kral’a, efendisi ırmakta yüzerken hırsızların
onun elbiselerini çaldıklarını söylemiş. (Oysa Çizmeli Kedi, efendisinin
elbiselerini çalıların arkasına kendisi gizlemiş!) Kral, hiç gecikmeden
Marki’ye bir takım elbise yollamış. Tahmin edeceğiniz gibi Çizmeli Kedi’nin
sahibi, kendisine Marki denmesine çok şaşırmış, ama akıllılık edip hiç sesini
çıkarmamış.
Marki
güzelce gyidirildikten sonra Kral onu gideceği yere götürmek için faytonuna
davet etmiş ve kızıyla tanıştırmış. Prenses, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş
olan Marki’ye bir bakışta âşık olmuş.
O
sırada Çizmeli Kedi koşa koşa oradan uzaklaşmış. Çok geçmeden büyük bir tarlada
ot biçen insanlara rastlamış. “Beni dinleyin!” diye bağırmış. “Kral bu yöne
doğru geliyor. Size bu tarlaların kime ait olduğunu sorarsa ona efendim
Marki’ye ait olduğunu söyleyeceksiniz. Yoksa sizi dilim dilim doğrattırırım!”

Sonra
Çizmeli Kedi bir süre daha koşmuş ve büyük bir tarlada buğday biçen adamlara
rastlamış. Aynı şeyi onlara da söylemiş. Sonra tekrar koşmuş ve her rastgeldiği
insana aynı şeyleri tekrarlamış. Derken Dev’in şatosuna varmış.
Kral’ın
Faytonu Çizmeli Kedi’nin geçtiği yerlerden geçerken Kral her rastgeldiği
insana, “Bu tarlalar kime ait?” diye soruyormuş. Her defasında da aynı cevabı
alıyormuş. Kral, Marki’nin bu kadar çok toprağa sahip olmasına şaşırmış.
(Çizmeli Kedi’nin sahibi de öyle!)
O
sırada Çizmeil Kedi Dev’in şatosunda başka bir işler çevirmekle meşgulmüş.
“Dev,” demiş Çizmeli Kedi, Dev’in nefesinin kokusundan iğrendiğini gizlemeye
çalışarak. “Senin aynı zamanda müthiş bir sihirbazlık gücünün olduğunu
söylüyorlar, doğru mu?”

“Öyle
diyorlarsa, öyledir,” demiş Dev alçakgönüllülükle.
“Örneğin,
istersen hemen bir aslana dönüşebildiğini söylüyorlar,” demiş Çizmeli Kedi.
Bunu söyler söylemez Dev hemen kendini bir aslana dönüştürüvermiş. Çizmeli Kedi
kendini dolabın üzerine zor atmış. Dev tekrar eski haline dönünce dolaptan
aşağı inmiş. “Mükemmel!” demiş Çizmeli Kedi. “Ama fare gibi küçük bir şeye
dönüşmek senin gibi cüsseli biri için imkânsız olmalı!”
“İmkânsız
mı?” diye gülmüş Dev. “Benim yapamadığım şey yoktur!” Dev bir anda fareye
dönüşmüş, Çizmeli Kedi de onu hemen yutmuş.
Derken
Kral, Dev’in şatosuna varmış. Şatonun artık kime ait olduğunu tahmin
etmişsinizdir herhalde! Çizmeli Kedi Kral’ın faytonunu şatonun yolunda
karşılamış. “Bu taraftan gelin,” demiş. “Sizi bir ziyafet bekliyor.” (Dev o gün
birkaç arkadaşına bir ziyafet vermeyi planladığı için yemeklerle donatılmış
büyük bir masa hazır bekliyormuş!”)
O
gün sonunda Çizmeli Kedi’nin sahibi marki Prenses’le nişanlanmış. Bir hafta
sonra da evlenmişler. Çizmeli Kedi’ye ne mi olmuş? Dokuz canından dokuzunu da
sefa içinde sürmüş ve bir daha da fare avlamasına gerek kalmamış - ara sıra
avlamış, o da kedi olduğunu unutmamak için...
RAPUNZEL
Bir zamanlar bir kadınla kocasının
çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış. Gel zaman git zaman
kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş.
Bir gün pncereden komşu evin
bahçesindeki güzel çiçekleri ve sebzeleri seyrederken, kadının gözleri sıra sıra
ekilmiş özel bir tür marula takılmış. O anda sanki büyülenmiş ve o marullardan
başka şey düşünemez olmuş.
“Ya bu marullardan yerim ya da
ölürüm” demiş kendi kendine. Yemeden içmeden kesilmiş, zayıfladıkça zayıflamış.
Sonunda kocası kadının bu
durumundan öylesine endişelenmiş, öylesine endişelenmiş ki, tüm cesaretini
toplayıp yandaki evin bahçe duvarına tırmanmış, bahçeye girmiş ve bir avuç
marul yaprağı toplamış. Ancak, o bahçeye girmek büyük cesaret istiyormuş, çünkü
orası güçlü bir cadıya aitmiş.
Kadın kocasının getirdiği marulları
afiyetle yemiş ama bir avuç yaprak ona yetmemiş. Kocası ertesi günün akşamı
çaresiz tekrar bahçeye girmiş. Fakat bu sefer cadı pusuya yatmış, onu
bekliyormuş.
“Bahçeme girip benim marullarımı
çalmaya nasıl cesaret edersin sen!” diye ciyaklamış cadı. “Bunun hesabını
vereceksin!”
Kadının kocası kendisini affetmesi
için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları nasıl canının çektiğini,
onlar yüzünden nasıl yemeden içmeden kesildiğini bir bir anlatmış.
“O zaman,” demiş cadı sesini biraz
daha alçaltarak, “alabilirsin, canı ne kadar çekiyorsa alabilirsin. Ama bir
şartım var, bebeğiniz doğar doğmaz onu bana vereceksiniz.” Kadının kocası cadının
korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş.
Birkaç haftasonra bebek doğmuş.
Daha hemen o gün cadı gelip yeni doğan bebeği almış. Bebeğe Rapunzel adını
vermiş. Çünkü annesinin ne yapıp edip yemek istediği bahçedeki marul türünün adı
da Rapunzel’miş.

Cadı küçük kıza çok iyi bakmış.
Rapunzel oniki yaşına gelince, dünyalar güzeli bir çocuk olmuş. Cadı bir ormanın
göbeğinde, yüksek bir kuleye yerleştirmiş onu. Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş,
sadece en tepesinde küçük bir penceresi varmış.
Cadı onu ziyarete geldiğinde, aşağıdan
“Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Rapunzel
uzun örgülü saçlarını percereden uzatır, cadı da onun saçlarına tutuna tutuna
yukarı tırmanırmış.
Bu yıllarca böyle sürüp gitmiş. Bir
gün bir kralın oğlu avlanmak için ormana girmiş. Daha çok uzaktayken güzel
sesli birinin söylediği şarkıyı duymuş. Ormanda atını oradan oraya sürmüş ve
kuleye varmış sonunda. Fakat sağa bakmış, sola bakmış, ne merdiven görmüş ne de
yukarıya çıkılacak başka bir şey.
Bu güzel sesin büyüsüne kapılan
Prens, cadının kuleye nasıl çıktığını görüp öğrenene kadar hergün oraya uğrar
olmuş. Ertesi gün hava kararırken, alçak bir sesle “Rapunzel, Rapunzel! Uzat
altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Sonrada kızın saçlarına tutunup bir
çırpıda yukarı tırmanmış.
Rapunzelönce biraz korkmuş, çünkü o
güne kadar cadıdan başkası gelmemiş ziyaretine. Fakat prens onu şarkı söylerken
dinlediğini, sesine aşık olduğunu anlatınca korkusu yatışmış. Prens Rapunzel’e
evlenme teklif etmiş, Rapunzel’de kabul etmiş, yüzü hafifce kızararak.
Ama Rapunzel’in bu yüksek kuleden
kaçmasına imkan yokmuş. Akıllı kızın parlak bir fikri varmış. Prens her
gelişinde yanında bir ipek çilesi getirirse, Rapunzel’de bunları birbirine
ekleyerek bir merdiven yapabilirmiş.
Her şey yolunda gitmiş ve cadı
olanları hiç farketmemiş. Fakat bir gün Rapunzel boş bulunup da. “Anne, Prens
neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorunca herşey ortaya çıkmış.
“Seni rezil kız! Beni nasıl da
aldattın! Ben seni dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyordum!” diye bağırmaya
başlamış cadı öfkeyle. Rapunzel’i tuttuğu gibi saçlarını kesmiş ve sonrada onu
çok uzaklara bir çöle göndermiş.
O gece cadı kalede kalıp Prensi
beklemiş. Prens, “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye
seslenince. cadı Rapunzel’den kestiği saç örgüsünü uzatmış aşağıya. Prens başına
neler geleceğini bilmeden yukarıya tırmanmış.
Prens kederinden kendini pencereden
atmış. Fakat yere düşünce ölmemiş, yalnız kulenin dibindeki dikenler gözlerine
batmış. Yıllarca gözleri kör bir halde yitirdiği Rapunzel’e gözyaşları dökerek
ormanda dolaşıp durmuş ve sadece bitki kökü ve yabani yemiş yiyerek yaşamış.
Derken bir gün Rapunzel’in yaşadığı
çöle varmış. Uzaklardan şarkı söyleyen tatlı bir ses gelmiş kulaklarına.
“Rapunzel! Rapunzel!” diye seslenmiş.
Rapunzel, prensini görünce sevinçten bir çığlık atmış ve Rapunzel’in iki damla
mutluluk göz yaşı Prensin gözlerine akmış. Birden bir mucize olmuş, Prensin
gözleri açılmış ve Prens görmeye başlamış.
Birlikte mutlu bir şekilde Prensin
ülkesine gitmişler. Orada halk onları sevinçle karşılamış. Mutlulukları ömür
boyu hiç bozulmamış...

KÜL
KEDİSİ
Bir zamanlar güzeller güzeli bir kız varmış. Annesi
ölünce babası yeniden evlenmiş. Üvey annesi de ilk evliliğinden olan iki
kızıyla birlikte gelip eve yerleşmiş.
Bu iki kız, yeni kız kardeşlerinden hiç hoşlanmamış. Odasında ne var ne
yoksa tavan arasına fırlatıp atmışlar. Ona bir kardeş gibi davranmak şöyle
dursun, bütün ev işlerini üzerine yıkmışlar.
Ev işleri bittikten sonra bile kızın onlarla oturmasına izin verilmiyormuş.
Akşamları, mutfakta, sönmekte olan ocağın önünde duruyormuş tek başına,
ellerini küllere doğru tutup ısınmaya çalışarak. Bu yüzden üvey kız kardeşleri
ona “Külkedisi” adını takmışlar.
Bir gün iki kız kardeşe sarayda verilecek bir balo için davetiye gelmiş.
İkisi de heyecandan deliye dönmüşler. Herkes Prens’in evlenmek istediğini
biliyormuş. ‘Bakarsın ikimizden birini seçer, belli mi olur?’ diye düşünmüşler.
İki kız kardeş de kendilerini mümkün olduğunca güzelleştirmek için hemen
kolları sıvamışlar. Fakat maalesef bu biraz zormuş, çünkü Külkedisi’nin aksine
bayağı çirkinmiş her ikisi de!

Balo akşamı, üvey kardeşleri gittikten sonra Külkedisi mutfakta oturmuş ve
için için ağlamaya başlamış. “Neyin var, neden ağlıyorsun Külkedisi?” diye
sormuş bir kadın sesi.
“Ben de baloya gitmek istiyordum,” demiş hıçkırarak Külkedisi.
“Gideceksin öyleyse,” demiş ses. Külkedisi duyduğu sese doğru dönüp bakmış,
şaşkınlıktan donakalmış.
Güzel bir kadın duruyormuş yanı başında.
“Ben senin peri annenim,” demiş kadın. “Şimdi kaybedecek zamanımız yok!
Bana bir balkabağı getir hemen!”
Külkedisi bir balkabağı getirmiş. Peri annesi sihirli değneğiyle dokununca,
balkabağı birdenbire altından bir fayton oluvermiş.
“Şimdi de altı fare…” Külkedisi altı fare bulup getirmiş, peri annesi
onları hemen ata dönüştürmüş.
“Bir sıçan…” Onu da arabacı yapmış.
“Ve altı kertenkele…” Onları da faytonun arkasında koşacak altı uşağa
çevirivermiş.
Nihayet Külkedisi’ne gelmiş sıra. Peri değneğiyle bir dokununca
Külkedisi’nin yırtık, pırtık giysileri nefesleri kesecek harika bir elbiseye
dönmüşmüş. Ayaklarında bir çift camdan ayakkabı pırıl pırıl parlıyormuş.
“Bir şey var yalnız,” demiş Peri. “Gece yarısına kadar eve dönmelisin. Saat
on ikide elbisen tekrar eski giysilerine, faytonun balkabağına, atların fareye
dönüşecek. Prens’in bunu görmesini istemezsin herhalde? Şimdi git, dilediğince
eğlen.”
O gece Külkedisi balonun yıldızı olmuş. Baloya katılan hanımlar (özellikle
de iki üvey kız kardeşi) onun elbisesini çok beğenmişler ve terzisinin adını
öğrenmek için ona yalvarmışlar. Beyefendilerin hepsi onunla dans etmek için
birbirleriyle yarışmışlar.
Prens ise götür görmez ona âşık olmuş! Ve o andan sonra hiç kimseye bu
kızla dans etmek için izin verilmemiş.
Saatler saatleri, dakikalar dakikaları kovalamış ve Külkedisi saat tam on
ikiyi vuracağı sırada evde olması gerektiğini hatırlamış.
“Gitme!” diye seslenmiş Prens arkasından, ama Külkedisi bir an bile
durmadan koşup oradan uzaklaşmış. Sokağa çaktığında elbisesi tekrar eski
elbiselerine dönüşmüş. Geriye kala kala camdan ayakkabıların bir teki kalmış.
Diğer tekini nerede kaybettiğini bilmiyormuş.
O gece Külkedisi uyuyana kadar ağlamış. Hayatının bir daha asla o geceki
kadar harika olamayacağını düşünüyormuş.
,

Ama bu doğru değilmiş. Ayakkabının diğer tekini sarayın merdivenlerinde
bulmuşlar. Ertesi sabah Prens ev ev dolaşıp ayakkabıyı tek tek bütün genç
kızlara denetmiş. “Bu ayakkabının dün gece karşılaştığım güzel sahibini
bulamazsam yaşayamam,” demiş.
Derken Külkedisi’nin evine gelmiş. Üvey kardeşleri ayakkabıyı denemişler.
Olmamış. Ayaklarına girmemiş bile.
Prens çok üzgünmüş, çünkü uğramadığı sadece birkaç ev kalmış. Tam oradan
ayrılacakken evin hizmetçisi dikkatini çekmiş.
“Hanımefendi,” demiş Prens Külkedisi’ne, “bir de siz deneseniz?”
“O mu deneyecek? Ne münasebet!” diye haykırmış üvey kardeşler.
Fakat Prens ısrar etmiş. Külkedisi’nin ne kadar güzel bir kız olduğu
gözünden kaçmamış. Tabii ayakkabı Külkedisi’nin ayağına kalıp gibi oturmuş.
Prens diz çöküp Külkedisi’ne evlenme teklif ederken iki üvey kardeşe de öfke ve
kıskançlıkla olanları seyretmek kalmış. Külkedisi Prens’in teklifini kabul
etmiş ve bir ömür prensle beraber mutlu bir şekilde yaşamışlar.

ALTIN SAÇLI KIZ VE ÜÇ KÜÇÜK AYICIK
Bir
zamanlar büyük bir orman kıyısında altın saçlı bir kız yaşardı. Bu güneş gibi
parlak saçlı kızın adı Sırma idi. Öyle güzel sarı bukleleri vardı ki, herkes
ona hayrandı. Fakat tüm bu sevimliliğine rağmen Sırma bazen haylaz bir kız
olabiliyordu. Her gün oynamak için dışarı çıktığında annesi ona hep aynı
şeyleri söylemek zorunda kalıyordu. ‘’Sırmacığım, lütfen arka bahçede oyna ama
sakın ormanın içine girme.’’
Bir
gün, güzel bir öğle sonrasında,Altın Saçlı Kız ve Üç Ayıcık Sırma arka bahçede
oynamaktan sıkılmıştı. “Ormana girsem ne olacak ki”, diye düşündü. Etrafına
bakındı. Kimseleri göremeyince birden ormana doğru koşmaya başladı.Yorulunca
durup çevreyi seyretmeye daldı. ‘’Her yer öyle yeşilki” dedi, “Ne güzel
çiçekler ve böğürtlenler var burada’’ diye düşündü. Ormanın derinlikleirnde
epeyce ilerledi. O kadar çok yol almıştı ki sonunda kayboldu. Geri dönmeye
çalıştı ama yolu şaşırdı. Hem iyice yorulmuş hem de karnı acıkmıştı.
Yorgunluktan ağlayacak gibiydi. Biraz daha ilerledi. İlerledikçe yol bitti.
Ağaçların arasında bir ayı ailesine ait kulübe gördü.
Bu
aile üç ayıdan oluşuyordu. Büyük Baba Ayı, Orta Anne Ayı ve Küçük Yavru Ayı.
Sessizce
yaklaştı. Etrafından dolandı. Kimse yok gibi görünüyordu. Yavaşça kapıyı
tıklattı ama ses veren olmadı. Pencereden içeriye bakındı. İçeride masa
üzerinde üç kase vardı. Açlığını hissetti yeniden. Tekrar kapıya gitti ve bu
sefer hızlıca vurdu. Kapı açılıverdi. “Demek ki kapı kilitli değil, aralıktı”
diye düşündü. Kafasını uzattı. İçeriye seslendi.
"Kimse
var mı?’’ dedi. Ses yoktu yine. Masaya yaklaştı. Masada biri büyük, biri orta
ve biri küçük boy üç kase çorba vardı. Çok aç olduğundan en büyük kasedeki
çorbayı içmek istedi. Ama çok sıcak olduğu için içemedi. Yanındaki çorbanın
tadına baktı: “Bu da çok soğuk” dedi. Üçüncü kaseye kaşığını daldırdı. “Hmm bu
ne çok sıcak ne de çok soğuk” dedi ve çorbanın hepsini içti.

Çorba
bitince şöminenin yanında üç sandalye gördü. Yorgun olduğu için oturmak istedi.
Üç tane sandalye vardı, biri büyük biri orta ve diğeri de küçük idi. İlk
sandalyeye oturmayı denedi önce ama rahat edemedi. “Ne kadar sertmiş” dedi.
Orta boy sandalyeyi denedi ama bu da çok yumuşaktı, içine yumulup kalmıştı.
Sonunda üçüncü sandalyeye oturdu. Bu ne çok sert ne de çok yumuşaktı. Tam
istediği gibi rahat ve boyuna uygundu. Ama o da ne! “çıtırt” diye bir sesle
kırılmıştı sandalye. Ne yapacağını bilemedi.
Yandaki
odaya girdi. Burada da üç yatak vardı biri büyük biri orta ve diğeri de küçük
olan. Büyük olan yatağı denedi yine. Çok sertti ve boyuna göre çok büyüktü.
İkinci yataksa onun için fazla yumuşaktı. Üçüncü yatak hem boyuna tam gelmişti
hem de oldukça rahattı. Hatta öyle rahattı ki Sırma yatağa uzandığı gibi
uyuyuvermişti.
Sırma
kimin evinde kaldığını bilmeden ve merak da etmeden uykuya dalmıştı. Sırma
derin bir uykudayken ev sahipleri geldi. Baba ayı ormandan şömine için çalı,
anne ayı ise taze böğürtlenler toplamıştı. Ve yavru ayıcık da “Karnım öyle
acıktı ki, umarım çorbam biraz soğumuştur” diye düşünüyordu.
Eve
geldiklerinde hepsi çok aç olduğu için masanın başında toplandılar. Baba ayı
homurdanarak "Biri benim çorbamdan tatmış" dedi. Anne ayı da ‘’Biri
benim de çorbamdan tatmış‘’ dedi. Yavru ayıcık ağlamaya başladı. “Biri benim
çorbamın tadına bakmakla kalmamış hepsini içmiş” dedi.
Baba
ayı şöminenin yanındaki sandalyesini fark etti. “Biri” dedi kükreyerek, “benim
sandalyeme oturmuş”. Anne ayı da kızgın bir ses tonuyla “Biri benim de
sandalyeme oturmuş” dedi. Yavru ayıcık bu sefer hıçkırarak ağlamaya başladı.
“Biri benim sandalyemi kırmış”.
Hepsi
de yatak odasına gittiler. Baba ayı “Biri benim yatağıma uzanmış” dedi. Anne
ayı da aynı şeyi söyledi. Yavru ayıcık ise “Biri benim de yatağıma uzanmış ve
hala orada uyuyor” dedi.
Ayıcıklar
yatakta bir kız çocuğunun yattığını görünce. “Bizim kulübemizde ne işi var ki
bu kızın” diye söylendi baba ayı. Sırma tam bu esnada sesten irkilerek uyandı.
Şaşkın bir şekilde başında onu seyreden ayılara baktı. “Bu bir rüya olmalı”
dedi. Apar topar yataktan kalktı. Öyle korkmuştu ki koşarak oradan uzaklaştı.
Tüm gücüyle koştu, koştu, koştu. Nefessiz kaldı ama durmadı ormandan çıkana
kadar koştu.
Eve
vardığında annesi kapıda biraz endişeli ve biraz da kızmış onu bekliyordu.
Sırma hiçbir şey diyemeden doğruca odasına girdi. Yatağına uzanıp başına
gelenleri unutmaya çalıştı. Bir daha da asla annesinin izin vermediği yere
gitmedi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)